İran Filmleri

18 Ekim 2017 Çarşamba

Morgen - Yarın Filmi


  •  Morgen - Yarın Filmi


"mülteci" olmak ve hayata tutunmak.
Nelu 40 yaşlarında; Romanya-Macaristan sınırındaki küçük bir kasaba olan Salonta kasabasındaki bir süper markette sıradan bir güvenlik memuru olarak çalışmaktadır. Bir sabah nehirden her zamankinden farklı bir şey “tutar”,Yasa dışı yollarla sınırı geçmeye çalışan bir Türk… Konuşarak iletişim kuramayan iki adam bir şekilde birbirlerini anlamayı başarır. Nelu kendisine tüm parasını veren bu yabancıya yardım etmek için uğraşır.


“Yarın”, der Nelu, morgen… Yönetmen Marian Crisan’ın ilk uzun metrajlı kurmaca filmiyle bir çok ödül alırken, bağlılığın önemi ve insan doğası hakkındaki hikâyesiyle otorite, bürokrasi ve yozlaşma gibi konuları ele alıyor. Oldukça iyi bir efor sarfeden film ekibinden senaryoya ayrı bir şekilde sıcakkanlılık var. Behran karakterini canlandıran yerli oyuncu Yılmaz Yalçın filme en büyük sıcakkanlılıkla bakma sebepleri.

  • Yönetmen: Marian Crisan 
  • Senaryo: Marian Crisan
  • Görüntü Yönetmeni: Tudor Mircea
  • Yapımcı: Marianne Slot,Iván Angelusz, Anca Puiu
  • Müzisyen:Fericean Cosmin
  • Kurgu: Tudor Pojoni
  • Ses Tasarımcısı:Calin Potcoava
  • Ülke: Fransa, Macaristan, Romanya
  • Yapımı: 2010 
  • Tür: Dram
  • Süre: 100 Dak
  • Dil: Romence
  • IMDB: 7.0
  • Gösterim Tarihi: 07 Ağustos 2010 (İsviçre)

  • Oyuncular: 
András Hatházi:Nelu
Elvira Rimbu: Florica
Yılmaz Yalçın: Behran
István Dankó
Szabolcs Hajdu
Dorin C. Zachei
Levente Molnár
Razvan Vicoveanu
  • Ödüller:
2010 Locarno Jüri Özel Ödülü
Kiliseler Birliği Ödülü
Don Kişot Ödülü
                                                          



                                                                 Filmi İzlemek İçin Tıklayın

Büyük Adam Küçük Aşk Filmi

  • Büyük Adam Küçük Aşk Filmi
İnsanların dilleri farklı olsa da, sevginin dilinin aynı olduğunu çok duyarlı ve hüzünlü bir öykü eşliğinde anlatan, ödüllere boğulmuş, unutulmaz bir yapıt.

Bütün yakınlarını kaybeden küçük Hejar ile 75 yaşındaki, Türkiye cumhuriyetinin kuruluş ideallerine sıkı sıkıya bağlı emekli yargıç olan Rıfat Bey'in İstanbul'da kesişen hikayelerini konu alıyor. Küçük bir Kürt kızı olan Hejar, küçük yaşta köyüne yapılan operasyon sonucu tüm yakınlarını kaybeden ve yoksul bir akrabası tarafından İstanbul’da avukat olan kuzenin evine bırakılır.
Ancak bu evde kalan iki örgüt militanı ve kuzeni polisin baskınında yargısız infazı sonucu öldürülür. Hejar şans eseri hayatta kalır ve mucizevi şekilde polisler tarafından fark edilmeksizin karşı daireye, cumhuriyet ilkelerine son derece bağlı emekli bir hakim olan Rıfat Bey'in evine sığınmayı başarır. Eşinin ölümünden sonra yalnız başına bir hayat süren ve huzurevine yatma hazırlığı içindeki Rıfat Bey, şok içinde ve yaralı olduğunu gördüğü bu davetsiz misafiri, Rıfat bey'in temizlikçisi olan Sakine'de Kürt’tür ve onun çevirmenliği sayesinde kızın durumu kısmen anlaşılır.Yaşanan olaylardan sonra vicdanı bu küçük kızı polise vermeye yeltenmez ve geri çevirmez. 

''ÖLÜMÜN UCUNDAN DÖNDÜN ÇOCUK, ÖLÜME YAKIN OLAN BENİM'
Hejar kendine geldiğinde bir sürprizle karşılaşır,Hejar Kürt'tür ve hiç Türkçe bilmiyordur. Artık, Türkçe bilmeyen inatçı Hejar ile Kürtçe bilmeyen otoriter Rıfat Bey aynı evin içinde birbirlerinden farklı kültürlere ve yaşlara rağmen dostça yaşamaya başlarlar. Hejar, Rıfat Bey'den hoşlanmaz. İlk başlarda mesafeli başlayan, nefretle ve yavaş ilerleyen sevgi ilişkisi sonralarda büyük bir boyut kazanır ve zamanla sıcak bir sevgiye ilişkisine dönüşür. Birbirinin dilini bilmeyen bu iki kişi, birbirlerinin hayatlarını değiştirecektir. Rıfat Bey, Hejar'a Türkçe öğretmeye başlar ve kendiside farkında olmadan kürtçe öğrenmeye başlar. Gerilimli, naif ve net mesajlara sahip bie film.

Şükran Güngör'ün televizyonu kapattıktan sonra "insanlar bozuldu, insanları bozduk, biz bozduk, dengeyi bozduk, doğayı bozduk, her şeyi bozduk" sahnesi...

  • Yönetmen: Handan İpekçi
  • Senaryo: Handan İpekçi
  • Yapımcı: Handan İpekçi 
  • Görüntü Yönetmeni: Erdal Kahraman
  • Kurgu: Serdar Yalçın
  • Sanat Yönetmeni: Natali Yeres, Mustafa Ziya Ülkenciler
  • Müzik: Mazlum Çimen 
  • IMDB: 7.6
  • Yapım: 2001
  • Vizyona giriş tarihi: 19 Ekim 2001
  • Ülke: Yunanistan, Macaristan, Türkiye
  • Süre: 120 dk
  • Dil: Türkçe, Kürtçe
  • Tür: Dram, Duygusal
  • Yapım: Yeni Yapımlar Ltd. 
  • Oyuncular: 
Şükran Güngör (Rıfat Bey)
Dilan Erçetin (Hejar)
Füsun Demirel (Sakine)
Yıldız Kenter (Müzeyyen Hanım)
İsmail Hakkı Şen (Evdo)
Sevinç Erol (Avukat)
Erdal Ceviz (Erkek Militan)
Saniye Tunç (Kız Militan)
Ulgar Manzakoğlu (Şef Polis)

Ödüller:
  • 2001 - 38. Uluslararası Antalya Film Festivali - Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması
Jüri Özel Ödülü - Dilan Erçetin
En İyi Film - Handan İpekçi
En İyi Senaryo - Handan İpekçi
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - İsmail Hakkı Şen
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Füsun Demirel

  • 2001 - 13. Ankara Uluslararası Film Festivali - Ulusal Uzun Film Yarışması
En İyi Erkek Oyuncu - Şükran Güngör
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Füsun Demirel
Umut Veren Yeni Kadın Oyuncu - Dilan Erçetin
  • 2001 - 23. Siyad Türk Sineması Ödülleri
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu
  • 2001 - 6. Sadri Alışık Ödülleri
En İyi Erkek Oyuncu
  • 2001 - 3. Köln Uluslararası Akdeniz Film Festivali
En İyi Senaryo
  • 2001 - 26. Kahire Uluslararası Film Festivali
En İyi Senaryo, En İyi 2. Film
  • 2003 - 22. Uluslararası İstanbul Film Festivali 
Ulusal Yarışma Radikal Halk Ödülleri - Handan İpekçi



                                                     Filmi İzlemek İçin Tıklayın

17 Ekim 2017 Salı

Bicycleran - The Cyclist - Bisikletçi Filmi

  • Bicycleran - The Cyclist - Bisikletçi Filmi

Fedakarlığın o saf duygusunu da içimize işlemesine engel olamayacağımız bir film.
Afganistan bundan 250 yıl önce İran’a aitti. 80’li yıllarda Sovyetlerin işgali ve ardından Taliban’ın iktidara gelmesinin ardından 6 milyon Afgan insanı ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Bunlardan 2.5 milyonu ise İran’da mülteci olarak yaşamaya başladı.
İran sinemasının en yetkin isimlerinden biri olan Mohsen Makhmalbaf filmde İran'da yaşayan bir Afgan göçmen üzerinden İran'ın ve İran'daki göçmenlerin sefaletini en acımasız biçimde gözümüze gözümüze sokuyor.
İran'a Afganistan'dan göç etmiş fakir bir adam olan Nesim kuyu kazarak geçimini sağlamaktadır. Ağır bir hastalığa yakalanan karısının bakımını karşılamakta zorlanır, daha çok paraya ihtiyacı var ve para için karanlık yollara sapmamaya gayret etmektedir. Bir umutsuzluk anında bir arkadaşının vasıtasıyla karşılaştığı bir bahisçi ona para kazanması için zor bir teklif sunar. Sonunda bir 7 gün aralıksız bisiklet sürmesini ve onu izleyen ve bahis oynayan insanların yardımıyla ihtiyacı olan parayı kazanabileceğini söyler.Daha önce üç gün üç gece aralıksız bisiklet sürmüş olan Nasim teklifi kabul eder. 7 gün 24 saat boyunca bisiklet kullanmak üzere harekete geçer. Böylece adına açılan bahislerden para kazanabilecektir.
Filmin konusu; Makhmalbaf'ın söylediğine göre kendisi 7-8 yaşlarındayken yaşadığı kasabaya gelen ve 16 gün boyunca durmadan bisiklet süreceğini iddia eden bir göçmenin hikayesinden esinlenmiş film için. 
Allah'a inanma konusunda en çok 'bilgiye' sahip olmalarına rağmen, parayı bir insanın hayatından daha çok seven para babalarıyla bu filmde tanışacaksınız.



  • Yönetmen: Mohsen Makhmalbaf
  • Senaryo: Mohsen Makhmalbaf
  • Görüntü Yönetmeni: Ali Reza Zarrindast
  • Kurgu: Mohsen Makhmalbaf
  • Yapımcı: Mohsen Makhmalbaf
  • Müzik: Madjid Entezami
  • Yapım Yılı: 1987
  • Yapım Ülkesi: İran (Nema-yı Nezdik)
  • Orijinal Dil: Farsça
  • Orijinal Adı: The Cyclist / Bicycleran 
  • IMDB: 7,4
  • Süre: 95 dk
  • Tür: Dram
  • Vizyon Tarihi: 09 Eylül 1998(Fransa)
  • Oyuncular: Mahshid Afsharzadeh, Firouz Kiani, Samira Makhmalbaf, Mohammad Reza Maleki, Esmail Soltanian, Moharram Zaynalzadeh 
 Umudu pedal da bir adam.. Nasim'in kaslarındaki ağrıyı bizzat hissediyoruz.
Birey ve sosyo-politik topluluk arasındaki ilişkiye dair nokta atışı çözümlemeler içeren, postmodern İran sinemasının yeni gerçekçi filmlerinden biri. İnsancıl, estetik bir sinema dili içerse de, “Her şey zıddıyla kaimdir” dercesine, insan çaresizliğini, sömürüsünü ve gaddarlığını anlatmaktan kaçınmayan eleştirel bir dili de var. Filmin çok fazla teknik eksikliğe sahip olsa da dar çerçevede mülteci sorunu, geniş çerçevede insanlık sorununa parmak basması ile konu ve anlatım biçimi o kadar yalındır ki, birçok şeyin üstünü kapatır. 

Film, dairesel bir pistte motorsikletiyle gösteri yapan bir adamla girizgah yapıyor. Filmin bütününe hakim olan bu sonsuz devinim, motorsikletiyle hiç durmadan dairesel hareketler çizen ve bundan para kazanan adamla başlıyor. Bu motorsikletli adamın arkadaşı Nasim, oğlu Jomeh ve karısıyla birlikte Afganistan’dan göç edip İran’a yerleşen milyonlarca mülteciden biri. Karısı ölümcül hastalığa tutulan Nasim’den tedavi için, sonundaki sıfırların altında ezileceği miktarda paralar isteniyor. Nasim’in elinde olan paralar karısını hastaneye yatırmaya bile yetmiyor. Kuyu kazarak geçinen Nasim’in acilen para bulması demek, ya illegal işlere bulaşması ya da kendi canından vazgeçmesi demek. İkisini de deniyor Nasim. Kaçakçılarla anlaşıp kamyon şoförlüğü yapmak istiyor ancak polislere yakalanıyor. Diğer mültecilerin yaptığı gibi, gidip bir kamyonun altına yatıyor. Para için canından vazgeçen bu adama para vermedikleri gibi, bir güzel de dövüyorlar. 2 Afgan işçiyi 30 tomana çalıştıran işverenlere gidiyor ama orası da insanların çalışmak için birbirini ezdiği bir savaş alanı. Nihayetinde, en iyi bildiği işten başka elinde bir şey kalmıyor. Arkadaşı sayesinde eski bir sirk işletmecisiyle anlaşıyorlar. Daha önce Afganistan’da 3 gün boyunca bisiklet sürerek şampiyon olan Nasim, bu kez 7 gün için anlaşıyor. 7 gün boyunca bisikletin üzerinden hiç inmeyecek, bu sayede karısının hastane masraflarını karşılayabilecek.
“Onun adı Nasim veya Bâd-ı Sabâ ama o tufanlar yaratıyor!”
Nasim bir anda tüm insanların ilgi odağı haline geliyor. Bir satıcı (sirk sahibi) ve pazarlanan bir eşya (Nasim) olunca piyasası da oluşuyor haliyle. Olayin geçtiği yerde; dürümcüler, tatlıcılar, çiçekçiler, seyyar satıcılar, falcılar, bahisçiler doluşuyor meydana. Herkes bu isten ekmek yemeye başlar. Nasim üzerine bahisler oynanıyor. Nasim dikkat çekmeye başladıkça satıcı malını yağlayıp ballıyor.

“Nasim Hindistan’da bakışlarının sertliğiyle bir treni durdurdu. Onun adı Nasim ama o tufanlar yaratıyor!”
Ortada bir başarı varsa bu başarıdan nemalanmaya çalışanlar da olacaktır pek tabi. Yerel ekonomiyi kontrolü altında tutan Batı tarzı giyimli, siyah gözlüklü mafya babaları, üçkağıtçılar, siyasetçiler paranın kokusunu alınca, Nasim altın kafese konuluyor hemen. Doktorlar gönderiliyor; beslenmesi, güçten düşmemesi ve enerjik kalması için deneyler yapılıyor, ilaçlar hazırlanıyor. Nasim’in bu yarışı kazanması Afganlar için bir umut demek. Bu nedenle kazanmasını istemeyen insanlar da az değil. Nasim’in casus olduğu düşünülüyor, ona yarışı bitirmesi için büyük paralar teklif ediliyor, doktorlara rüşvet veriliyor. Karısının hastane masraflarını karşılamak için insanlık dışı bir yöntem deneyen bu sıradan adamın etrafında, koskoca politik bir mücadele dönüyor aslında.
Bir yanda da Nasim’le fotoğraf çektirmeye gelen, bisikletinin arkasına atlayıp kameralara poz veren, Nasim için sloganlar atan, alkışlayan bir halk var. Ortada toplumsal bir dayanışma olunca insanların duygularını manipüle etmek de kolaylaşıyor, eğreti duran vaizler çıkıyor ortaya.
“Gerçekten bahtiyar ve umut doluyuz.”
Bir insanın acizliğinin ve çaresizliğinin bu denli sömürüldüğü bir gösteride Nasim ne haldedir? Dış dünyaya kulaklarını kapamıştır Nasim. Bisikletin üzerinde yer, bisiklet üzerinde içer, tuvaletini yapar, telefonla bile bisikletin üzerindeyken konuşur. Bahisler arttırılıp para kazanıldıkça, Nasim’in karısı iyi bir odaya alınır, solunum cihazı bağlanır, serum takılır, güzel ve sıcak yemekler yer. Nasim halüsinasyonlar görmeye başlar, uykusu gelir, düşmemesi için tokatlanır, başından aşağı su dökülür. Bazen düşer bisikletten, arkadaşı hemen onun yerini alır. Bisikleti zarar görür, başkasının bisikletiyle devam eder. Bu Afgan mülteci yarışa devam ederken her pedal çevirişinde bir şeyleri değiştirir. İki Afgan işçi günlüğü 30 tomana çalıştırılırken, bu ücret bir anda 200 olur, 300 olur, 400 olur.


Makhmalbaf’ın abartılı bir dışavurumculukla çektiği filmde kullandığı metaforlar, kasvetli atmosfer, konuyu tekdüzelikten çıkarıp böylesine ustaca işleyiş şekli, dönemin İran’ının gerçekçi bir portresini çiziyor. Sefalet, işsizlik, yozlaşma ve ahlaki çöküş Nasim’in küçük bir alanda çizdiği daireler içinde alegorik bir tarzda anlatılıyor. İnanç, toplumsal değerler, insanlık ve idealizm Nasim’in dışındaki dünya için hiçbir şey ifade etmiyor. Makhmalbaf, motorsikletli adam ve Nasim’in hiç durmadan çizdiği daireler arasına alıyor izleyiciyi. Bu devinimin içinde ahlak, etik, inanç ve değerler üzerine felsefik sorgulamalar yaptırıyor. Varılan netice, Nasim’in ulaştığı noktadan farklı değil.
Nasim’in yarışı kazanıp kazanmadığının bir önemi yok. Makhmalbaf’ın kulak tırmalayıcı müzikler eşliğinde resmettiği arada kalmışlık, birey-toplum arasına sıkışmışlık filmin sıkılgan havasında sorgulamaların sonunu getirmiyor. İnsan özünü, iyisiyle-kötüsüyle ele alış şekli, bir de bunu hiçbir yere ait olmayan birinin gözünden yapıyor oluşu filmi izlememiz için yeterli nedenler.

Bir çemberin etrafında dönen Nasim sefalet içinde yaşayanların simgesi ve umudu hâline gelir. Zaten bahis konusu olan Nasim'in sırtından para kazanacaklar da artmıştır. Özellikle bir çemberin etrafında dönen insan figürü, her gün dönen dünyaya ayak uydurmaya çalışan, yaşamak için uğraşan insanı temsil ediyor. Nasim'in azmine hayran olmamak elde değil.
İran sineması deryadır. İçine bir girince ölmüşten beter olursunuz.

Nasim, tek kişilik bir sirkte tam bir hafta pedal çevirmesi gerekir. İddialar yapılır, kimisi gelir kendisinin Afgan olması sebebiyle ajan olduğunu söyler kimisi de kendisinin toplumun değişmesi için ortaya çıkması gereken kahramanlardan birisi olduğunu söyler. Söylerler de söylerler... Nasim'in aklında sadece ailesi vardır. Baba ve oğul ilişkisi görülmeye değer.Çocuğun karanfil getirdiği ve son sahnelerde babasının uyumaması için üzerine su döktüğü, bağırıp çağırarak tokatladığı sahne ile hafızamıza bir daha hiç çıkmamak üzere emin olun hafızalara kazınır. Müzikleriyle, atmosferiyle tam bir karamsarlığın, sefaletin ve fakirliğin içine çeken film.

Yoksulluk ve sefalet yüzünden insanların intihar etmek için kafalarını hareket etmek üzere olan kamyonların tekerleklerinin altına uzanıp, intihar etme girişimiyle sürüp giden İran'da ki hayattın portresi çizen, başlarda yoğun bir karamsarlık içermesine rağmen ilerleyen bölümlerde bütün yoksulların Nesim karakteri üzerinden yüceltilmesiyle hala umut olduğu inancına varan film.

Film İran'daki sefalete, sağlık sistemine, hukukun yokluğuna, mültecilerin şartlarına,issizliği,gözetlenmeyi, paranoyak ve propagandacı devlet kurumlarına vs. çok ciddi siyasi eleştiriler içeriyor, fakat muhtemelen dönemin sansür kurulu türü kurumları kör gözüne parmak açıklığında olmadığı için bu sert eleştirle birlikte inceden inceye mesajları ve tasvirleri kavrayamayıp yayınlanmasına izin vermiş. Bu yüzden yoksulluğun ve çaresizliğin çok güzel bir portresini çizen film İran sinemasının kült filmlerinden. 
                                                            


                                         Filmi İzlemek İçin Tıklayın

16 Ekim 2017 Pazartesi

Bîranînen li ser kevirî - Memories on Stone - Taşa Yazılmış Hatıralar Filmi


  • Bîranînen Li Ser Kevirî - Memories On Stone - Taşa Yazılmış Hatıralar 

İki çocukluk arkadaşı, Hüseyin ve Alan hayatta öğrendiği tek gerçek; gerçeğin sinema ile ulaşılmasıdır. Irak'taki rejimin düşüşünün ardından, insanlık tarihinde en can yakıcı ve hatırlanması bile acı verici olan, 1988'de Kürtlere karşı İran’da El-Enfal operasyonu esnasında yapılan Kürt soykırımını, tarihten kesitlerle filme alma kararı veren iki çocukluk arkadaşını konu ediyor. Yani “film içinde film”.
 Sinema sanatını kirli savaş ortamındaki yaşama tutunuş öyküsünü devreye sokarak gerçeğin peşinden koşan Hüseyin ve Alan adlı iki genç sinemacının, yaşam öyküsünü ele alıyor.Bu filmi yapma sürecinin onlara öğrettiği şey ise, sinema aracılığıyla gerçeğe ulaşmak ve kendi kimlikleriyle yüzleşmek için hayatları dâhil her şeyi riske atmaları gerektiği olacaktır. Diğer bir deyişle baskı ve zorluk altında sinemaya olan ilgi ve film çevirmenin zorluğu anlatılmaktadır..

Film baskılanan gerçeğin sinemasını yapmanın zorluklarını odağına alıyor. “Bu film benim için neredeyse iki film birden yapmak gibiydi, çünkü film çekmek hakkında bir film çektik. (...) Irak tarihinin kalıntıları arasında öyle çok kırgın ruh var ki geride. Biz de filmimizin kahramanları aracılığıyla bu durumu aktarmak ve bu hikâyeyi açığa çıkarmak istedik.” – Shawkat Amin Korki
  • Yönetmen: Shawkat Amin Korki
  • Senaryo: Mehmet Aktaş, Shawkat Amin Korki 
  • Görüntü Yönetmeni: Salem Salavati
  • Kurgu: Ebrahim Saeedi 
  • Yapımcı: Mehmet Aktaş 
  • Müzik: John Gurtler, Özgür Akgül 
  • Tür: Tarih, Savaş, Tırajikomedi
  • Yapım Ülkesi: Almanya, Irak,Katar 
  • Yapım Yılı: 2014
  • Orijinal Dil: Kürtçe, Arapça, Farsça ve İngilizce, Türkçe altyazı
  • Orijinal Adı: Memories on Stone / Bîranînen li ser kevirî 
  • IMDB: 7,4
  • Yapım Şirketi: Mîtosfilm 
  • Süre: 97 dk
  • Oyuncular: Hussein Hassan, Nazmi Kirik, Shima Molaei, Suat Usta,Bangin Ali Salah Sheikh Ahmadi,Ala Riani,Rekesh Shahbaz, Hishyar Ziro
  • Üretim Desteği: Kültür Bakanlığı Kürdistan Bölgesi Hükümeti, Medienboard Berlin-Brandenburg, Post Republic Berlin, Vision Sud Est, Doha Film Enstitüsü, Enjaaz - Bir Dubai Film Pazarı Girişimi
Ödüller

  • 2015 - 52. Uluslararası Altın Portakal Film Festivali - Uluslararası En İyi Film
  • 2014 - 20. Uluslararası Kalküta Film Festivali-Asya Pasifik Screen-Asya’nın Oscarı,UNESCO Ödülü (Hindistan)
  • 2014 - Abu Dhabi Film Festivali- En iyi Arap Filmi, Siyah İnci Ödülü
  • 2014 - Skopje En İyi Yönetmen
  • 2014 - Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali
  • Asya Dünya Film Festivali - Jüri Özel Ödülü (Los Angeles)
  • 13. Avrupa Film Festivali - En İyi Yönetmen (Cinedays Üsküp) 
  • Fantasporto Film Festivali - En İyi Film, En İyi Senaryo, Eleştirmenlere Özel Söz
  • Barış Dünya Film Festivali - En İyi Özellik Anlatı (Chicago)
  • RiverRun Uluslararası Film Festivali - En İyi Film Öyküleri, En İyi Erkek Oyuncu (Hüseyin Hasan) ve Kurgu Jürisinin Özel Ödülü (Ebrahim Saeedi)
  • Duhok Uluslararası Film Festivali - En İyi Kürt Yönetmen, Duhok City En İyi Uzun Metraj Filmi Ödülü (Bahdinan)
  • 2011 - Göteborg Film Festivali - En İyi Proje Ödülü (APM Busan IFF 2011) 
Genç Hüseyin’in sinemada makinistlik yapan babasını senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı ‘Yol’ (yönetmen: Şerif Gören) filmi gösterimi sırasında ziyaret etmesiyle başlıyor.Ve ödüllerde Shawkat Amin Korki filmini, 'Yol' filmine ve Yılmaz Güney'e adağını açıklıyor.

Shawkat Amin Korki, günümüz Güney Kürdistan Kürt toplum sosyolojisini muhteşem anlatıyor. Bütün çelişki ve dinamikler; çıkmazlar, potansiyeller kısacası yeni Kürtlük halleri Nazmi Kırık’ın (Alan adlı bu kişi film çekmeye çalışan iki arkadaştan biridir) başarılı performansı ile su gibi akıyor. Filmde farklı Kürtçe lehçelerinin karşılaşması, Alan’ın (Nazmi Kırık) Soranca konuşan karısı ile olan diyalogların sorunsuz akışı ile örneklenmiş oluyor. 
Orta Doğu’nun Gladyatörleri
Film çekimleri Duhok kentinde gerçekleştirilmiş olan filmin ana mekanı, Saddam döneminin dev bir hapishanesidir. Hapishane bazı geniş çekimlerde “Kolezyuma”a benziyor. Viraneye dönmüş olsa da sıralı zindan odaları, dev duvarları ve ortasındaki ezici boş avlusu ile insanın içine dehşet duygusunu yerleştirmeye yetiyor. Orta Doğu kentlerinin birçoğunda hapishane ve kent duvarları iç içe geçmiştir. Irak kentleri, bu yapılaşmayı dramatik biçimde temsil eder. Siyasetle çözülemeyen meseleleri duvarla örten otoriter rejimlerin geride bıraktıkları kale duvarları ya da dediğimiz gibi Kolezyum’u andıran bu korkunç yapılar vahşetin hatıratı.

Gladyatör dövüşleri ile insanın vahşice öldürülmesini seyirlik bir zevke dönüştüren Roma kralları, arka sıranın izleyicileri olarak halkı da yanlarına almışlardı. O Kolezyumlar bugün turistik mekanlara; Saddam’ın vahşet hapishaneleri de film setlerinin mekanlarına dönüştü. Ama vahşet ve otoriter siyaset ilişkisi devam ediyor. Vahşet hala seyirlik bir malzeme. Üstelik mekanı herkesin evi. Bütün dünya “cebinden” IŞID vahşetini izliyor. İzlemek ve bu vahşetin bir parçası olmak artık kimseye uzak değil.

Kolezyumu andıran bu hapishanenin avlusuna kamyonlarla taşınmış olan Kürt mültecilerin, geçmişin vahşetini yüklenerek gerçekleştirdikleri figüranlık rolü bu çekim planında “başrol” hamlesine dönüşüyor. Kürt mülteciler, bu sahnede filmin duygu ve dramını bütün ağırlığı ile tek sahnede bize yaşatıyor.


İnşaatçıların ekonomik hakimiyeti, filmde karikatürize edilerek işlenmiş. Örneğin Roj Azad (filmde Kürt starı) gibi birçok müzisyenin ve sanatçının maddi koşulları, inşaatçıların vesayeti ile sürüyor. Ama inşaat burjuvazisi ile Kürt sanatçılarının ilişkisi belli ki bir çileye dönüşmüş. “Ne var ki ben de film yönetirim” fikri, filmde oldukça ironik, keyifli sahnelerle işlenmiş. Biz de biraz karikatürize edersek; film, Kürt inşaatçıların hakimiyeti ve onların gelecek tasavvurları ile idealist Kürt sinemacıların karşılaşmalarını ironik bir dille anlatıyor diyebiliriz.

“Taşa Yazılmış Anılar”, Kürt sinemasındaki yaygın epik anlatımdan kurtularak; kentte geçen ve kent toplumuna dönüşen Kürtlerin yaşadığı yeni çelişkileri işleyebilmiş.

Devlet iktidarları ve toplum gibi büyük çatışmalı ikiliklere sıkışmayan filmin anlatımı; Kürt toplumunun kendi içinde ördüğü gündelik yaşam mecralarını da yakalamış, ayrıca toplumun gelecek tasavvurunun yeni iktidar odakları ve sıkıntılı öncelikleri üzerinden görselleştirebilmiş. Bu anlamda gerçekten başarılı bir iş çıkarmış.

Ele alınan bir diğer olgu ise “kaçakçılık”. Kaçakçılığı anlatmak için İran sınırı kritiktir. İran rejiminin Kürt politikası, en iyi sınır kaçakçılığı ile kavranabilir. Bahman Ghobadi’nin “Sarhoş Atlar Zamanı” bu anlamda bir kült oldu: Kürt kaçakçıdır!

Bahman’ın “Yarım Ay” filmindeki kaçakçı Kako, bu filme aynı rolle taşınmış. Bir film setinden kalkıp buraya gelmiş gibi. İran’a katır sırtında film ekibinin malzemelerini taşıma işi yine bu kaçakçıya düşer.

Filmi bitirmek gerek!
Bir filme başlamak için öncelikle fikir sonra filmin prodüksiyon ekibi ve ekipmana –yani paraya- ihtiyaç var. Bu filmde iki arkadaşın filme dair fikirleri çocukluklarından gelirken para konusu daha karmaşık hal alıyor ve çokça sorun çıkıyor. Ama Kürt koşullarında, herkesin elinden geleni yapması beklenir ki filmde de öyle oluyor. Herkes işin bir ucundan tutuyor, Alan (Nazmi Kırık) evini satıyor. Ama işe tekrar koyulurken iki konu yeniden çıkmaza giriyor: Biri kadın oyuncu bulmak; diğeri para bulmak!

Film çekimindeki en temel mesele, kadın bir oyuncu bulmak üzerinden gelişiyor. Bu mesele aynı zamanda, Kürt toplumunun feodal, geleneksel çıkmazlarını ortaya koymada nefis bir bakış açısı sağlıyor. Filmde rol almak isteyen bir kadın oyuncu hangi engelleri aşmak zorundadır? Nelerle baş etmeli?

Bir kadın oyuncunun önce ailesinden dahası ailenin erkeklerinden izin alması gerekiyor. Bu izin mevzusu filmde büyüyor. Bütün geleneksel kurumlar ve ilişkiler deneniyor. Filmin ekibi elinde bir kutu baklava ile adeta “kız isteme”ye giderler.
Kısacası, toprağa dayalı sınıfsal oluşumların modern kentte başka bir merhaleye taşınmış olmasını, kadın oyuncu bulma arayışı içinden aktarmak, sinema dili açısından da isabetli olmuş. Ağanın artık beyaz eşyacı olan oğlunun kadın oyuncu adayına olan karşılıksız aşkı, film çekimi boyunca baş belası konulardan biridir.


Diğer taraftan filmin ekibi para bulmak için Roj Azad (Suat Usta) belasına bulaşmak zorunda kalırlar. Filmin yönetmenini ikna eden Alan, Roj Azad’a başrol vererek, ona sponsorluk yapan inşaat şirketi aracılığı ile askeri araç ve ekipmanları sağlamayı hedeflemektedir. Elbette bu konu da sarpa sarar. Kürt starı, Roj Azad, cephede yaralanmış peşmergeyi canlandırırken çalan cep telefonunu açıp konuşmaya varacak kadar rolünü cüretkarca oynamaya devam ederek ekibi çıldırtmaya devam eder.

Suat Usta’nın oynadığı Roj Azad, özellikle Türkiye’de çok aşina olduğumuz bir Kürt sanatçısını temsil ediyor. Roj Azad, Kürt TV Kanalları furyasında yıldızı parlayan birçok erkek starın birleşimi adeta. Kürt sosyolojisine hakim olanların bilebileceği gibi, bir Kürt burjuvazisi ile bir lümpen Kürt işçisi arasındaki sosyal ve kültürel mesafe oldukça kısadır. Sınıfsal karşılaşmalar, kültürel yakınlıktan dolayı çok hareketlidir. Hiçbir karşılaşma şaşırtıcı değildir. Bu filmde de bunu çok olağan bir durum olarak izliyoruz.

Oyuncuları özellikle Nazmi Kırık’ın muhteşem performansı ve Suat Usta’nın “absürd” bir karakteri başarılı biçimde ortaya koyabilmiş olması, filme yüksek bir seyirliğini yükseltmiş. Filmde belirgin biçimde “başrol-yardımcı rol” ayrımlarına gidilmemesi ise takdire şayan. Her karakter özgün ve incelikler içeriyor. Yani filmde herkes eşit oranda değerli.

Kısacası taşları yolda dizilen bir süreç ile film tamamlanır. Ama sıkıntılar bitmez. Bin bir zorlukla biten film, hapishane avlusunda prömiyerini yapar! Ama burada da sürprizler bitmez…

Mehmet Aktaş: “Kendi halkıma alkış tutmak için yapmadım bu filmi. Toplumuzun yanlışlarını da gösterdim. Çünkü benim için samimi olan bir film, sinemadır. Mesela Mahsun Kırmızıgül, İbrahim Tatlıses; bu isimlerin Kürt kimliğiyle, Kürt sinemasıyla uzaktan yakından alakası yoktur. Özeleştiri meselesine gelince örneğin Kuzey Irak’taki Kürt bölgesinde petrolle gelen zenginlik, belleksizleşmeye yol açtı. O büyük katliamlar, acılar unutuldu. Zaten bütün Kürtler mükemmel olsaydı böyle mi yaşardık!? Mesela şöyle bir şey yaşadık: Çekimlerin son gününde prodüksiyon harcamalarına bakarken çok büyük bir meblağla karşılaştım. Sordum; dediler ki benzine su katarak sattıkları için jeneratör bozuldu, 5 kere tamire gönderdik. Onların faturası. İşte bu da yolsuzluk.”

Mehmet Aktaş: Taşlara Yazılmış Hatıralar bir bellek filmidir

Aktaş: ''Taşlara Yazılmış Hatıralar filmi aynı zamanda bir bellek filmidir ve bu film bir şekilde Kürdlerde nasıl bir belleğe sahip olduğunu gösteren bir filmdir. Şimdi Güney Kürdistan’da onlarca Enfal kurbanı hala yaşıyor. 180 bin insan kaybedilmiş ve yok edilmiş bir katliam Enfal Katliamı. Bu çabuk unutuldu. Kürdlerde bir unutkanlık hastalığı var. Bizim film birazda ona itirazdı. Güney Kürdistan’ın panaroması ve Kürd sinemasının doğuşunu anlatan bir filmdir. Bir yönetmenle bir yapımcı Enfal üzerinde film yapmaya çalışırken sonuç olarak onlar da kurban oluyorlar. Kurbanları anlatırken kendileri de kurban oluyorlar. Aslında bütün dünya toplumlarında olduğu gibi Kürd toplumunda da sanatçıların yalnız olduğunu göstermekti biraz da. Aslında Kürd toplumunda Enfal’i anlatmaya çalışan iki insanın ne kadar yalnız kaldığını ironik bir şekilde ve kara mizah ile vermeye çalıştık.''

Mehmet Aktaş; ''1967’de Iğdır’da doğdum. İstanbul’da büyüdüm. İstanbul Kabataş Lisesi ve İstanbul Hukuk fakültesinde okudum. 1994’te Almanya’ya yerleştim. Şu an Berlin’de yaşıyorum. Özgür Gündem gazetesinde çalıştım. Yurt dışında da bir dönem MED TV ve Fransa’nın ARTE televizyonunda çalıştım. Daha sonra gazeteciliği tamamen bırakarak senaryo yazarlığına ve film yapımcılığına başladım.''
                                                       
                                                    Filmi İzlemek İçin Tıklayın

Ekmek ve Çiçek - Nun ve Goldoon - A Moment Of İnnocence Filmi

  • Ekmek ve Çiçek - Nun ve Goldoon - A Moment Of İnnocence Filmi

Nun va Goldoon: İnsana şiirin yalnız kitaptan okunmayacağını öğreten film


+Sevdiğin biri var mı?
-Evet.
+Seni seviyor mu?
-Evet.
+Söyledi mi peki?
-Hayır.
+Nereden biliyorsun?
-Her seferinde kitaplarımı geri verirken içine çiçek koyuyor.
+Hepsini okuyor mu?
-Elbette okuyor.
+Öyle mi? Sordun mu ona?
-Önemli yerlerin altını çizdiğini görebiliyorum.
+O da insanlığı kurtarmak istiyor mu?
-Evet.
+Nereden biliyorsun?
-Altını çizdiği cümlelerden...




İnsanlık tarihinin en özel temaları aşk, merhamet ve hayal kırıklığı son sahnede çarpıcı bir şekilde özetleyen anlamlı bir film.Yukardaki zarif insan duygularını belirten onlarca cümle gibi, diyalokların olduğu bir film için bu cümle yerindedir diye düşünüyorum.
Filmde yıllar önce ünlü yönetmenden kendisini bir filminde oynatacağına dair söz alan bir polis memurunun hikayesini anlatıyor.
40 yaşındaki eski bir Polis memuru, Mohsen Makhmalbaf'ın filminde rol almak için Tahran'a evine kadar gider ve ona verdiği sözü hatırlatan polisin davranışı karşısında duygulanan Makhmalbaf filmi çekmeye karar verir. Filmin konusu da aslında filmin çekilme sebebinin kendisi yani onu bu sözü vermeye iten olaylar dizisi, yani yönetmenin yirmi yıl önceki yaşamış olduğu olayla hesaplaşmasını konu ediniyor.

Gerçekliğin yeniden inşası
Mohsen Makhmalbaf’ın 1970’lerde henüz 17 yaşındayken Şah karşıtı bir gösteride bir polisi bıçaklayıp uzun yıllar hapishanede kalmış ve aynı polise, bir gün onu çektiği bir filmde oynatacağına dair söz vermişiliğini anlatan yarı oto biyografik bir film. Bu olaydan 20 yıl sonra, yani Makhmalbaf ünlü bir yönetmen olduğunda ne yapıp edip özür dilemek için yaraladığı polis memurunu bulup ve o gün aralarında geçenlere dair bir film yapmayı kafasına koyar. En son bu iki karakterin yolları İslam Devriminden sonra kesişir ve gençliklerinde yaşadıkları olayları canlandırmaları için diğer oyuncuları birlikte seçmeye başlarlar. Ama gerçek hayattan farklı olarak kavga etmeyecek, birbirlerine ekmek ve çiçek sunacaklardır.


Bilindik belgesel formatlarından uzaklaşarak, geçmişe yönelik belgesel film çekmenin ne kadar zor olduğunu bilerek Mahmalbaf, bu benzersiz hikayeyi yeniden canlandırma yoluna gitmiş. Dönemin İran sinemasında sıkça görülen bir teknik olarak kurgu ve gerçeği birbirine yedirmiş. Biyografi, belgesel ve kurmacayı bir araya getiren yani oyun içinde oyun denebilecek bir yapım. Filmin içinde film çekildiği,hikaye içinde hikaye anlatılıyor. Ve bütün oyuncuların kendilerini oynadıkları misal filmde Mohsen Makhmalbaf'ın kuzeni olan ve gençliğini oynayan çocuğun aşık olduğu kız var. Film 1995 yılında çekilmiş olmasına rağmen devrim akabinde İran sinema sektöründe vuku bulan sansürleme hadiselerinden dolayı İran'da vizyona girmesi mümkün olmamış yani film İran’da yasaklanmış. İlk olarak Paris'te gösterime girmiş ve yurtdışında büyük övgüler almıştı. 3 yıl sonra yani 1998'de ancak İran'da gösterilme imkanı bulabilmiştir.

Yönetmenin sevdiği kız, mahalleyi korumak için görevli polisin önünden geçen bir öğrencidir. Kız polisten her zaman saat yada bir adres sorar soracak, gençte polisin silahını almaya çalışacak. Plan öyle gitmiyor ve polis bıçaklanıyor. Polis, kızın kendisine aşık olduğunu düşünmeside çarpıcı bir başka açı. Polis ondan hoşlanıyor ve ona çiçek almış ama verememiş, heyecanlanmış veya unutuyordur. Ve başka bir çarpıcı durum, polis kendisine saati soran kadının aslında yönetmenin yanında ki kız olduğu gerçeğini film çekilirken anlıyor ve küsüp seti terk ediyor. Film tamamlanıyor ama yönetmenin ve polisin başından geçtiği şekilde değil. Polisi oynayan genç o anda sevdiği kızı vurmak istemiyor ve çiçeği uzatıyor. Genç yönetmen ise ekmeğin altına sakladığı bıçağı bırakıp ekmek uzatıyor yani film en son gençlerin fikirlerini, mücadele yöntemlerini yansıtarak bitiyor.



Sinemanın doğası, sinemada gerçeğin ve tarihin temsili üzerine derin düşüncelere dalan ve daldıran bir film. Film, üslubunu ağırlaştırmadan sinemanın kendisine dair ciddi sorgulamalar barındırırken, adına ihanet etmiyor, çok saf ve masum bir kareyle sona eriyor tıpkı 400 Blows (1959)’un finalini andırırcasına.
İran sinemasının karakteristik özelliklerinden biri olan naiflik ve sükunetten bolca nasiplenen film konu itibari ile olay örgüsünün sadeliğine zıt olarak pek çok şey barındırmaktadır.

  • Yönetmen: Mohsen Makhmalbaf
  • Senaryo: Mohsen Makhmalbaf
  • Görüntü Yönetmeni: Mahmoud Kalari
  • Kurgu: Mohsen Makhmalbaf
  • Müzik: Madjid Entezami
  • Ses tasarımcısı: Nezamodin Kiaie
  • Süre: 78 dk
  • Tür: Dram, Duygusal, Komedi, Romantik
  • Yapım: 1996,Fransa,İran
  • Vizyon Tarihi:13 Ağustos 1996 (İsviçre)
  • Yapımcı: Abolfazl Alagheband
  • Yapım Şirketi: Mk2 Productions
  • Dünya Hakları: Films Distribution
  • Dil: Farsça; İngilizce, Türkçe altyazılı
  • IMDB Puanı:7.7
  • Çekim Yeri:Tehran, İran
  • Nam-ı Diğer: A Matter of Innocence, Ekmek ve Çiçek
  • Oyuncular:
  1. Mirhadi Tayebi, Polis
  2. Mohsen Makhmalbaf, Yönetmen
  3. Ali Bakhsi,Genç Yönetmen
  4. Ammar Tafti, Genç Polis
  5. Maryam Mohamadamini, Genç Kadın
  6. Moharram Zaynalzadeh
NOT: Konuşmaların önemli bir bölümüne konu olan insanlığı kurtarma meselesi altyazılı izlendiğinde Farsçanın ahengiyle kulakları okşamaktadır, o yüzden önerim Türkçe alt yazıyla ilemenizdir.
Tek Bir Soruyla Oyuncu Seçimi
Kendi gençliklerini oynayacak oyuncuları seçme işi ise kendilerindedir.Polis kendi gençliğini oynayacak gence kendi gözüyle olanları anlatırken, Yönetmen de aynı şekilde olayları kendi perspektifinden gençliğini oynayacak oyuncuya aktarıyor.
Yönetmen Makhmalbaf, 17 yaşında Şah rejimine karşı isyan etmiş ve bu isyanını çok ileri düzeylere taşıyıp bir polisi bıçaklaması sonucu uzun yıllar hapiste kalmış bir gencin hikayesini filmleştirmek istemektedir. Bu hikayede senaryo, Makhmalbaf’ın gerçek hayatta yaşadıklarının bir uyarlamasıdır. Filmdeki yönetmen rolündeki oyuncu da yine Makhmalbaf’ın ta kendisidir. Yani aslında Makhmalbaf’ın amacı gençlik yıllarına gidip ideolojilerini filmin içinde bir film senaryosuyla vererek geçmişi en iyi şekilde günümüze yansıtabilmektir.
Yönetmen oyuncu seçimiyle film çekim aşamalarına başlamıştır. Gençliğini canlandıracak oyuncu bulmak için, sorusuna aldığı tek bir cevap aradığı oyuncuyu bulmasına yetmiştir. Genç çocuktan ne bir diyalog canlandırmasını istemiş ne de oyunculuk deneyimiyle ilgili bir soru sormuştur.
— Büyüyünce ne olmak istiyorsun?
— İnsanlığı kurtarmak istiyorum.

Bu diyalogla Makhmalbaf’ın vermek istediği mesaj bellidir aslında. Onun için seçtiği oyuncunun 17 yaşındaki Makhmalbaf’ın hislerini aktarabilmesi önemlidir; fiziksel özellikleri ve oyunculuk yeteneği ise bu sorunun ardında kalan bir teferruattan ibarettir. Makhmalbaf bir röportajındaki “önce insanlığı kurtarmak için film yapıyordum, sonra ülkemi kurtarmak için şimdi ise yalnız kendimi kurtarmak için film yapıyorum.” İfadesinden de anlaşılacağı üzere yönetmen bu gençte kendisini bulur.
Polis ise yönetmenin aksine gençliğini canlandıracak oyuncuyu seçerken o anki hislerini anlatmasıyla ilgilenmez. Aradığı özellikler yakışıklı olması ve güzel gözlere sahip olmasıdır. Adaylar arasındaki en yakışıklı çocukta karar kılar fakat kameraman başka bir oyuncuyla gelip onun bu rol için daha uygun olacağını söyler. Emri yönetmenden aldığı çok açıktır. Yönetmen, polisin oyuncu seçimine de karışıp gençliğinde yaşadığı hadiseyi gerçekliğe en uygun şekilde aktarmayı planladığını bir kere daha vurgulamış olur.
Terzi
Polis, gençliğini canlandıracak çocuğa -yönetmenin isteği üzerine- nasıl rol yapması gerektiği yönünde direktifler vermeye başlar. Artık provalara başlamak için bir polis kostümü almaları gerekmektedir ve terzinin yolunu tutarlar. Terziye şah dönemine ait bir üniforma dikmesini istediğini söylemesi üzerine aralarında bir diyalog başlar.
—Yani bir film çekeceksiniz.
—Aynen öyle.
—Sen kötü adam mısın?
—Hayır, inşallah iyi olurum.

Polis geçmişte yaşanan hadisede kötü adam olmadığını bilse de yönetmenin olayları nasıl yansıtacağından habersiz olduğu için “inşallah iyi olurum” cevabıyla izleyicileri her türlü sona hazırlar.
Terzi ise filmlerle ilgili aklında kalan bilgilerle sohbetin yönünü değiştirir. Kirk Douglas’ı çok beğendiğini söyleyerek Vikingler (1958) filminden coşkulu bir şekilde alıntı yapar:
“Vikinglerin tek arzusu ellerinde kılıçla ölmekti”
Makhmalbaf bu sahnede bizlere İran halkının hala bir ideoloji için sonsuza kadar savaşma hissiyatında olduğunu anlatmaya çalışır. Halk tabii ki toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve aşağı yukarı eğitim ve kültür seviyesi aynı esnaf grubunu temsilen terzide vücut bulmuştur.
Dilek Çorbası
Polis gençliğini oynayacak çocukla beraber bir evin kapısına dilek çorbası almak için gelir ve ev sahibiyle aralarında çok sıradan gibi duran bir diyalog geçer.
— Pardon hanımefendi burada hala dilek çorbası veriliyor mu?
— Evet ikiniz mi varsınız?
— Evet ama bir kişilik olacak.

Yönetmen, tek kişilik çorba istemiyle karakterleri bütünleştirerek filmi farklı bir perspektifle izlememize yardımcı olur.
Yönetmen ve Çocuk
Polisin gençliğini rol için hazırlama sürecinde eş zamanlı olarak yönetmen de gençliğini canlandıracak Mohsen’i tanımak için sorular sorar. Sorduğu her soru gençliğiyle yüzleşmedir aslında çünkü Mohsen’le karakterleri, idealleri hatta isimleri bile aynıdır. Birçok filmde rastladığımız geçmişle yüzleşme senaryosu bambaşka bir boyut almıştır Mohsen karakteriyle. İzlerken hem bugünü canlı olarak hissederiz hem de geçmişi detaylı bir şekilde öğreniriz.
Bana göre Makhmalbaf’ın ilham kaynağı Bergman’ın başyapıtlarından Wild Strawberries (Yaban Çilekleri) filmi olmuştur. Wild Strawberries de de yaşlı bir adamın fikir dünyasının şekillenmesinde geçmişin etkisi rüyalar ve anılarla sorgulanarak bir hikaye eşliğinde aktarılmıştır.
Makhmalbaf ise rüyalar ve davranışlar yerine bize 17 yaşında yaşadıklarının tekrarı şeklinde bir paralel evren kurmuş ve kurduğu yeni evreni şimdiki zaman düşünceleriyle sorgulayıp mesajını aktarmak istemiştir.
Safiyane Bir Aşk
Polis, genç kızın bir ay boyunca ona saati veya adresi sormak için bahaneler bulmasını onu sevebilme ihtimaline bağlamıştır. Kendisi de bir süre sonra zaten kıza aşık olmuştur. Kızın gelip bir gün onu bulacağı ümidiyle yaşı bir hayli geçmesine rağmen evlenmemiştir. Hatta aşkı o kadar kuvvetlidir ki sırf pazarda gördüğü ve aşık olduğu kıza benzeyen birinin oyuncu olmasını dilemesi üzerine oyuncu olmaya karar vermiştir.

“Genç Polisin Arayışı” Kamera 1, Çekim 1Film çekimleri başlar fakat bir cenaze törenine denk gelinmesiyle ara verilir. Polis ve Kameraman tabutun taşınmasına yardım etmek isterler. Polisin gençliğini canlandıracak çocuk ise elindeki çiçeği donmaması için güneş gören bir yere bırakır ve cenazeye katılmaya karar verir fakat kameraman yerine dönmesini söyler. Döndüğünde ise çiçeği yerinde bulamaz ve yaşlı bir adamla aralarında bir diyalog geçer.
— Burada güneş ışığı görmüş müydünüz
— Güneş sürekli aynı yerde durmaz.

Bu diyalogda çiçek kavramını imgesel boyutta incelemek gerekir. Çocuğun çiçeği genç kız için aldığını düşünürsek de çiçek bariz bir şekilde sevginin somut halini karşılamaktadır. Çiçeğin donmaması güneş ışığında kalabilmesiyle orantılıyken sevginin diri kalabilmesi de onu güç veren kişiye yakın olabilmekle mümkündür.
“Genç Polisin Arayışı” Kamera 1, Çekim 2
Kamera genç Mohsen’in ve kızın perspektifinden çekim yapmaya başlamıştır. Mohsen polise doğru yol alırken ağlamaya başlar. Onu bıçaklamak istemediğini; insanlığı kurtarmak için buna gerek olmadığını söyler. Bu sahnede filmin başında izlediğimiz davası için her şeyi yapabilecek gözü kara Mohsen’in gerçeklerle yüzleşince içindeki insani duyguları bastıramadığını ve ağlayarak dışarı vurduğuna şahit oluruz.
Kızın genç polise saati sorması üzerine Polis kameramandan kaydı durdurmasını ister ve yıllardır içinde biriktirdiği geçmişini aydınlatacak soruyu yirmi yıl sonra, yaşadığı hadisenin filmi çekilirken sorabilmiştir:
—Hanımefendi “Genç Makhmalbaf” la beraber misiniz?
—Evet
—Özür dilerim, benden bu kadar.

Polis açıklama yapmadan çekip gitse de bir ay boyunca saat ve adres sorma ritüelinin silahını alma amacına hizmet ettiğini anlar.
Genç polis kalmasını için yalvarır ve polisi güç bela geri dönmeye ikna eder. Polis ise senaryoyu değiştirip kız yanına geldi mi silahı çıkarıp onu vakit kaybetmeden vurmasını tembih eder.
Gerilim dolu müziklerle son sahneye yaklaşırken yönetmenin mesajını nasıl vereceği merak konusu olmaya başlıyor. Kız, genç polise yaklaşıp saati sorar. Polis ilk başta silahına davranmayı tercih etse de kızın yüzüne baktıktan sonra bıçaklanma ihtimaline rağmen çiçeği kıza uzatır. Eş zamanlı olarak da Mohsen bıçağı gizlemek için kullandığı ekmeği davasından vazgeçip genç polise uzatmayı tercih eder.
Yönetmen bu final sahnesiyle açık bir şekilde insanlar arasında çatışmanın hep var olacağından fakat silahlar olmadan da “sevgiyle ve kardeşlikle” sorunlarımızı halledebileceğimizden daha da genellersek insanlığın kurtuluşa ereceği mesajını ekmek ve çiçek imgeleriyle çarpıcı bir şekilde aktarmayı başarır.

Provalar başlar ama Mahmelbaf için o polis artık Şah'ın bir adamı değil ekmeğini kazanmaya çalışan bir garibandır. Hem gençlerin hem de gençlikleri oynanan asıl hikaye sahiplerinin görüşlerindeki inceliklerle film planlanan sondan tamamen ayrı bir yöne sapmış, silahın yerini bir saksı çiçek, bıçağın yerini ekmek almıştır.Film devrim gençliğiyle dönemin gençliğinin duygusal ve politik anlamda ne kadar değiştiğini fikri altyapısını, toplumsal sorunların sadece savaşarak değil aşkla, barışla da alt edilebileceğini anlatmaktadır. İki jenerasyon arasındaki sosyolojik değişiklikler bazı sahnelerde insanı şaşırtıyor. Gençlikle ilgili umut verici bulduğum her şey o sahnede toplanmış adeta. Üstelik sahnede sadece 2-3 cümleyi geçmeyen ve tekrarlanan sözler var.
Ağaç varsa ,hayat vardır
Genç çiftin birbirlerine verdikleri kitapların birisinde Meryemin okuyarak altını çizdiği ve slogan atmak gerekirse kullanmayi planladıkları “Ağaç varsa ,hayat vardır” sözü de üzerinde düşünülmeye değer bir aforizmadır.

“Ben onu bıçaklamak istemiyorum. İnsanlığı kurtarmak için başka bir yol yok mu?”
“Evet var, ekmek ve çiçekle. Adalet ve sevgiyle. Merhamet ve aşkla.”

— Filmde polisin silahını alacağız. Sonra da onun silahıyla kraliyet bankasını soyacağız.
— Banka mı?
— Evet. Parayla Afrika’da çiçek yetiştirebilir ya da fakirler için ekmek alabiliriz.




                                           Filmi İzlemek İçin Tıklayın